Bir Fotoğraf Hikayesi
10 Yıl Önce
Lise 2'nin son günleriydi. Torosların güney yamacına bakan bu küçük ve şirin ilçeye bahar gelmişti. Her yerde çiçekler açmış, erikler, kirazlar adeta bir gelinlik giymişçesine bu küçük, köyden şehre bir türlü geçmeyi başaramayan bu ilçeyi süslemişti. Karacaoğlan'ın 'Çukurova Bayramlığını Giyerken' şiirinin vücut bulmuş haliydi bu şirin ilçe. Toroslar'ı Çukurova'ya bağlayan bir geçit konumundaydı.
Bahar geldiğinde nasıl ki doğa yeniden canlanır, kuşlar şarkılar söylemeye başlar ve börtü böcek heyacanla ötmeye başlarsa benim de içim kıpır kıpırdı. İçimde tarif edilemez bir heyacan vardı. Kasımda aşk başkadır diyen halt etmişti, asıl aşk baharda başkaydı. Okulun son günleri olunca dersler biterdi. Sınavlar da biter, öğrencilerin çoğu okula gelmez olurdu. Nasıl olduğunu bilmeden, böyle bir günde aşık oldum Özlem'e. Yıl boyunca ders dışında hiçbir şey konuşmamıştım. Yıl boyunca güzel bir kız olup olmadığının bile farkına varmamıştım. Saçları sarıya çalıyordu ama yıl boyunca gözlerinin mavi olduğunu bile fark etmemiştim. Sadece arkadaşlar yanımda konuşurlardı.
"Özlem çok güzel kız." derlerdi.
"Öyle değil mi Âdem baba, sen de bir şey söylesene."
"Gözleri, beni benden alıyor, masmavi gökyüzü mübarek."Ben muhabbete katılmayınca, "
Sen zaten bir odunsun, aşktan ne anlarsın." derdi sürekli yurtan arkadaşım Ahmet.
Liseliler arasında "biz sevgiliyiz" yerine "biz çıkıyoruz" cümlesinin moda olduğu bir dönemdi. Her önüne gelen Özlem'e çıkma teklifi yapıyor ama Özlem hiçbirini kabul etmiyordu. Üst sınıflardan, diğer sınıflardan liseli aşıkların uğrak mekanı olmuştu bizim sınıf. Özlem, reddedince bu liseli aşıklar daha fazla ileri gidemiyordu. Daha fazla ileri gidemiyorlardı çünkü abisi Tekerek'ten korkuyorlardı.
***
TEKEREK
Herkes ona Tekerek diyordu, bu onun ismimiydi yoksa ona takılan bir lakap mıydı bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Tekerek, herkesin korktuğu bir isimdi. Biz birinci sınıftayken Tekerek son sınıftaydı. Yurttaki üst sınıflar sürekli onun maceralarını, kavgalarını, 8-10 kişiye nasıl daldığını anlatır dururlardı. Tekerek, 1.90 boylarında, iri yapılı, geniş omuzlu izbandut gibi biriydi. Okula ilk başladığım zaman onu hoca sanıp yanımdan geçerken ceketimin önünü iliklemiştim. Bana gülmüş ve:
"Sen buralı değilsin galiba. Buralı olsan beni tanırdın. Ben de senin gibi öğrenciyim, 11-C'deyim. Sen hangi sınıftasın?"
"9-A sınıfındayım, pansiyonda kalıyorum."
"Kız kardeşim Özlem de senin sınıfta. Kardeşimi üzerseniz ben de sizi üzerim."
Tekerek ile böyle tanışmıştım. Aradan zaman geçtikçe Tekerek'in anlatıldığı gibi biri olmadığını düşünmeye başlamıştım. Hiçbir kavgasını görmemiştim, hocalara karşı herhangi bir saygısızlık yaptığına da şahit olmadım. Hatta bir gün, okula sakal traşı olmadan geldiği için Tekerek'in yarı boyunda bir nöbetçi öğretmen onu okula almamış ve geri göndermişti. Tekerek'in bir Şahin model arabası vardı, ona atladığı gibi gitmişti. Diğer teneffüs karşılaştığımız zaman sakal tıraşını olmuş, gömlek, pantolon, ceket ütülü, kıravatı düzgünce bağlanmıştı. Sanki Türk filmlerinde bir jön rolü için hazırlanmıştı. Böylece Tekerek'in abartıldığını ve onun da senin benim gibi bir öğrenci olduğunu ve bir efsaneden ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Yanılmışım.
SELMA ÖĞRETMEN
Bizim sınıfın da İngilizce dersine giren Selma Hoca, o da benim gibi bu ilçeye yeni gelmişti. İzmirli idi. Gençti, güzeldi, belki daha 21-22 falandı. İlçede bütün dikkatleri üzerine çekmişti. Köyden bozma bir ilçede mini etekle dolaşmak, biraz uygunsuzdu. Okulda bir problem yoktu da okul dışında birkaç problem yaşamıştı. Okul idaresi, okuldan öğretmenler birkaç kez uyarmıştı da Selma Öğretmen:
"Ben İzmirliyim, kimse benim kılık kıyafetime karışamaz. " diyordu. Ne kadar anlatmaya çalışsalar da dinlemedi. Ne zaman sokaklarda yürümeye başlasa arkasından bir ses duyuyordu.
"Yavruya bak be."
"Ne bakıyorsunuz be?" diyecek olsa gelecek cevap belliydi.
"Güzele bakmak sevaptır." Gün geçmiyor ki biri yolda yürürken askıntı olmasın.
"Galiba beni uyaranlar haklıymış." dese de bu inadından vazgeçmeye niyeti yoktu. Mahalledeki serseriler neyse de bazı kamu görevlileri de askıntı olmaya başlamıştı.
Bir gün okul çıkışında bir ödev için Selma hocanın yanında kalmıştım. Okulda kimse kalmamıştı. Okuldan çıkarken Özlem ile karşılaştık. Abisini bekliyormuş. Kaldırımda, Selma hocanın arkasındaydım.
"Yanımdan yürü Âdem."
"Bıktım bu şehrin insanlarından. İzmir'de bir kafede çalışsaydım belki daha az kazanırdım ama bu kadar tacize uğramazdım. Şalvar giysem, başörtüsü taksam- ki bunları giyen insanları küçümsemiyorum- yine de tacize uğrar mıydım?" dedi.
"Siz de tıpkı Feride Öğretmen gibisiniz." dedim.
"Feride Öğretmen de kim?"
"Çalıkışu" dedim. Selma öğretmen gülmeye başladı, ben de gülmeye başladım.
"Neydi Feride'nin lakabı?"
"Gülbeşeker."
"İsmimiz aynı değil ama Feride ile kaderimiz aynı galiba. Halbuki Feride çarşaf giyerdi, öyle değil mi?"
"Rahatsız etmek isteyen her türlü rahatsız eder hocam. Onlara göre bahane çoktur."
Selma öğretmen ile konuşarak kaldırımda yürürken bir kavşakta iki tane beyaz toros ani bir frenle durdu önümüzde. Erol Taş'ın filmlerinden fırlama çam yarmaları arabalarından inip kahkalar atmaya başladılar. Yedi-sekiz kişi varlardı. Önce sözle tacize başladılar, sonra ikimizin de etrafında halka oldular, içlerinden biri beni kolumdan tuttuğu gibi kaldırıma fırlattı.
"Seninle işimiz yok ufaklık."
Düştüğüm yerde kolum acıyordu. Aklıma bir şey geldi. Şimdi herkes yurtta yemek yiyordu. Yurt yakındı, yerden kalktığım gibi yurda doğru koştum. Yurdun kapısından girdim. Sağ kolumu tutuyordum, o esnada Tekerek yurdun kapısından çıkmaktaydı.
"Ne bu halin, kim yaptı bunu?"
"Serseriler, Selma Hoca'nın etrafını sardılar onu kaçıracaklar."
Tekerek, yurdun kapısından bağırdı:
"11-C mevzu var." Sanki bu aralarında bir parola imişçesine 11-C'nin hepsi dışarı fırladı. Sonra 10. Sınıflar ve 9.Sınıflar.
Tekerek ve ben önden koşuyorduk, Selma hocanın çığlıkları yeri göğü inletiyordu. Oraya vardığımızda çam yarmaları daha ağzını açamadan Tekerek hepsine birden daldı. Selma Hoca arada kalmıştı, onu oradan çıkardım, Tekerek'in yardımına 11-C yetişti ve adamları bir güzel patakladılar. O zaman Tekerek'in bir efsaneden ibaret olmadığını anladım. Etrafımızda büyük bir kalabalık vardı, polisler, askerler, haberi duyan ilçe esnafı, okuldan diğer öğretmenler... Olay yerine gelenler arasında Tekerek'in babası da vardı.
"Kaç kere demedim mi ben sana kavga etmeyeceksin diye eşşoğlu eşşek." dedi.
"Bey amca, delikanlıya kızma, bunlar dayağı hak etmişler." dedi bir polis.
"Ne yapmışlar bunlar?"
"Lisenin öğretmeninin yolunu kesip taciz etmişler."
"Bak oğlum döveceksen böylesini döv." deyip Tekerek'in alnından öptü babası.
Bu arada kolum sızlamaya devam ediyordu. Selma öğretmene:
"Kolum çok acıyor, galiba kırıldı." dedim.
Ordaki bir görevliye durumu izah etti Selma öğretmen ve beni hastaneye götürdüler.
Kolumda bir çatlak olmuştu ve kolumu sarıp askıya aldılar. Bir hafta da rapor yazdı doktor. Tacizciler tutuklanıp cezaevine gönderilmişti.
***
ÖZLEM
Ben ne anlatacaktım, konu nasıl Tekerek'e geldi? Ha Özlem'i anlatacaktım. Aradan on yıl geçince anlatacağım hikâyeler biribirine karıştı. Biz Lise-2'ye geçtiğimiz yıl Tekerek mezun olmuştu. Ben Lise 2'de sözel bölümü seçmiştim. Özlem de sözel bölümü seçmişti. Benim derslerden başımı kaldırdığım yoktu. Bir dönem, ikinci dönem derken zaman hızla akıp gidiyordu. O dönemde mayıs ayı geldi mi 19 Mayıs hazırlıkları başlardı, bir aydan fazla sürerdi hazırlıklar. Bizim yurdun alt tarafında amatör futbol kulübünün büyük bir sahası vardı, oraya her gün 19 Mayıs provasına giderdik. Sürekli aynı hareketleri yapmaktan bıkkınlık gelmişti. Üç katlı bir kule yapacaktık ve ben en üste çıkıp bayrak açacaktım, kule tırmanışını yaparken alt kattaki grup dayanamamış çökmüştü bu esnada ben de yere düştüm sağ kolumun üstüne. Geçen yılki mağandaların çatlattığı kolumdu bu. Öyle bir feryat koparmıştım ki. Yanıma ilk koşup gelen kişi Özlem'di. İlk defa o gün gözlerini fark ettim, masmaviydi gözleri.
Dudaklarımdan bir cümle döküldü.
"Gözlerin masmaviymiş, gökyüzü gibi."
"Baksaydın görürdün, iki yıldır senden bir şey bekledim. Tam iki yıldır."
Ve son bir çığlık duydum kulaklarımda.
"Âdemmmm." Özlem'in çığlıydı bu. Ayak sesleri geliyordu.
"Ambulans" diye bağırıyordu biri. Sonrası bende yok.
***
Yavaş yavaş gözlerimi açmıştım. Nerede olduğumu anımsamaya çalıştım, sağ kolum sargılıydı, yavaş yavaş doğrulmaya çalıştım. Doğrulunca fark ettim, yanımdaki sandalyede başı önüne düşmüş Özlem uyuyakalmıştı.
"Özlemmm" dedim. Birkaç kez çağırınca uyandı Özlem.
"Bir an hiç uyanmayacaksın sandım. Çok korkuttun beni" dedi.
"Ne oldu bana?" dedim.
"Kuleden düştün ya."
"Evet hatırladım."
"İki gündür baygın yatıyordun. Sağ kolun yeniden çatlamış, omzun çıkmış. O acıya dayanamamışsın."
O arada kapı açıldı, Özlem iki eliyle elimi tutmuş, bir şeyler anlatmakla meşguldü. İçeri giren Tekerek'ti, ani bir refleks ile elimi çektim, elimi çektiğimi gören Tekerek gülümsedi.
"Bu kız senin yüzünden iki gündür helak oldu, ben sana demedim mi geçen yıl, kardeşimi üzerseniz sizi üzerim, diye."
"Benim hatam değildi abi." dedim.
"Gördüm, o alttaki bilerek çöktü, bir Tekerek dayağını hak etti de neyse. Sana geçmiş olsun, ben gidip kantinden bir şeyler alayım, siz de konuşun bakalım."
Tekerek çıkınca rahat bir nefes aldım.
"Korkma, abim biliyor her şeyi." dedi Özlem.
Hastanede birkaç gün daha vakit geçirdik Özlem ile. Arada Tekerek uğruyor, bir şeyler getiriyor ve geri gidiyordu.
"Benim abim birini severse onu çok sever. Sana kanı geçen yıl ısınmıştı. Hani şu Selma öğretmen mevzusu. Bak dedi bana hayatta illaki birini seveceksen bu çocuğu sev. Kalabalığın arasından tek koluyla Selma Hocayı çekti, çıkardı. O gün bugündür seni sevdim. Ama sen hep benden uzak durdun. Belli ki abimden korkuyordun. Bir yıldır bir fırsat bulup sana bunu söylemek istedim. Kuleden seni yere düşerken görünce içimden bir şeyler koptu."
***
Özlem, benim ilk aşkımdı. 19 Mayıs gelip geçmişti. Yazın memlekete gidecektim ve gelecek eylülden önce de buralara geri geleceğim yoktu. Bu nedenle Özlem'den bir fotoğrafını istedim.
"Seninle beraber bir fotoğrafımız olsun istiyorum. Aynı fotoğraf, biri sende biri bende. Gece uyurken, aynı saatte aynı fotoğrafa bakıp uyumak."
"Ayrıca bana telefon numaranı da yaz bir kağıda. Seni özlediğim zaman aramak istiyorum." Ben gülmeye başladım.
"Bizim köyde telefon yok, biz yaylaya çıkıyoruz." dedim.
"Ben sana numaramı vereyim, bir kasabaya falan yolun düşerse beni mutlaka ara." dedi. Bir kağıda numarasını yazıp bana verdi.
***
Yurttan arkadaşım Nuri'nin bir fotoğraf makinası vardı. Rica minnet ettim.
"İki tane poz kaldı, o da bana lazım." diyordu.
İki katı, üç katı para verip sonunda ikna ettim Nuri'yi.
Esiner Hoca, sınıf rehber öğretmemizdi. 4.dersin sonuna doğru durumu izah ettim. Nuri, nöbetçi olduğu için aşağıda bekliyordu. Sınıfça aşağı indik, Nuri makinasını aldı, geldi, bu fotoğraf lise boyunca ilk fotoğrafımız olacaktı. Zaten iki poz vardı makinada. Herkes, üstüne başına çekidüzen verdi. Kravatlar yeniden ayarlandı. Gömlekler, pantolunun içine sokuşturuldu. Ben Esiner Hoca'nın yanındaydım. Ön tarafta kızlar sıralandı, arkada erkekler. Benim tam önümde Özlem vardı. Nuri'nin sesi duyuldu:
"Gülümseyin, çekiyorum."
Tarih: 26 Mayıs 1997
Saat: 11.52
Flash patlamış ve bizden bir hatıra kalmıştı.
Zamanın donduğu tek yerdi fotoğraflar. Hepimizin gülümsemesi dondu kaldı o fotoğrafta.
Esiner Hoca:
"Nuri, bir tane de ben istiyorum bu fotoğraftan." dedi. Sonra sınıftaki diğerleri.
"Herkes 100.000 versin bakalım." dedi Nuri. Cebinde parası olan verdi, olmayan sonra vereceğini söyledi. Parası olmayanlardan biri de Özlem'di. Ona göz kırptım, gülümsedi. Herkes dağılmadan Esiner Hoca:
"Arkadaşlar, cumartesi günü baraj kenarına pikniğe gidiyoruz. Araç ayarlandı, masrafları bir velimiz karşılayacak. Saat 9.30'da burda olun."
Bu mutlu bir haberdi bizim için. Özlem ile vakit geçirecektik, baharın tadını çıkaracaktık. Güzel ve mutlu bir gün bizi bekliyordu.
**
Cuma günü okuldan beraber çıkmıştık. Okul çıkışında abisi gelmemişti. Dükkanda işi çıkmış olmalıydı. Çarşıya kadar hem yürümüş hem de sohbet etmiştik. Havadan, sudan iki aşık ne konuşursa onu konuşmuştuk. Bazen elimden tutuveriyor, sonra bir gören olur diye geri bırakıyordu. Tenha bir yerde yüzüme bir buse konduruverdi. Ben de ona bir buse kondurdum. İkimiz de heyacandan alev alevdik. Mezarlığın ortasından ana yola çıkan basamakları teker teker çıkıyor, yolu uzatabildiğimiz kadar uzatmaya çalışıyorduk. Sonunda yolumuz, lokantanın önünde sona erdi. Babası ve abisi beraber işletiyordu burayı ve bazen, tatillerde Özlem yardım ediyordu. Arkamdan seslendi:
"Yarın geç kalma."
Biribirimize el sallayıp ayrıldık. Yarın bizim günümüzdü. Nasıl geç kalabilirdim ki.
YARIN
Ben erkenden kalkıp hazırlanmıştım. Ahmet, bir türlü kalkmak bilmemiş, kalktığında da kahvaltı için her şeyi ağırdan almıştı. Saat daha erkendi bilmem neydi derken saat 9.00 olmuştu.
"Senin derdin belli. Özlem daha gelmemiştir. Acele etme, yetişiriz, bizi beklerler." Ne dese de ben yerimde duramıyordum. Sonunda Ahmet'i çekiştire çekiştire gittik okula. Okulun bahçesinden içeri girdiğimizde ortalıkta kimse yoktu, araba yoktu. Tekerek'in arabası okulun bahçesinde duruyordu. Tekerek, arabaya yaslanmış, sigara içiyordu. Bizi görünce:
"Nerdesiniz gençler, sabahtan beri sizi bekliyoruz. Yurt kaç adım da bu kadar geç kaldınız?"
"Abi bize 9.30 dediler." dedim.
"Bilmem gençler, otobüs şöforünün işi varmış. İki kişiyi bekleyemem dedi ve gittiler." Benim surat düştü.
"Senin yüzünden geç kaldık Ahmet, mutlu musun?" dedim.
"Adem, ben sana demedim mi benim kardeşimi üzersen ben de seni üzerim diye. Bak Özlem'e söz verdim yoksa size bir Tekerek dayağı atardım. Kız ağlayarak bindi arabaya, sizi getireceğimi söyledim, binin de arabaya şu otobüsü yakalayalım."
İçimi bir sevinç kapladı, Tekerek'ten çekinmesem boynuna sarılacaktım. Arabaya bindik ve baraj yoluna yöneldik. Tekerek bana döndü:
"Bak delikanlı, seni de severim ama kardeşimi daha çok severim. Kardeşime yanlış bir şey yapma. O benim biricik kardeşim."
Ahmet, lafa girdi.
"Yok abi, Adem kardeşim gibidir, yanlışı olmaz." dedi.
*
Yaklaşık on dakikadır yoldaydık, neredeyse baraja varmak üzereydik. Tekerek, oldukça hızlı sürüyordu arabayı ve epeyce bir mesafe kat ettiğimiz hâlde hâlâ otobüsü yakalayamamıştık. Tekerek, ikide bir söyleniyor:
"Allah Allah, kuş olup uçmadılar ya." diyordu. Bize belli etmese de bir sıkıntı basmıştı. Sağa sola bakıyor, ileri gözetliyor ama aradığımızı bir türlü bulamıyorduk. Başka bir yolda yoktu. Yol kenarında tablada bir şeyler satan bir çocuk gördük. Tekerek durdu, çocuğa:
"Burdan bir otobüs geçti mi?"
"Burdan bugün ilk geçen araba sizsiniz abi, sabahtan beri buradayım, kimse geçmedi." dedi.
Tekerek, hızla geri döndü. Bu işte bir iş vardı. Tekerek, bana telefonu uzattı.
"Ara Özlem'i çabuk." Elim, ayağım titriyordu, bir türlü Özlem'in numarasını bulamıyordum. Elimden telefonu Ahmet kaptı.
"Çabuk ulan çabuk olun." diye bağırdı bize.
Telefon çalıyordu, sonunda Özlem telefonu açtı:
"Nerdesiniz Özlem, ben Âdem." Arkadan hırıltılı bir ses geldi.
"Kurtar beni Adem, ölüyorum. "
Ben daha bir kelime edemedim. Tekerek, eliyle direksiyonu yumrukluyor, yolun kenarlarına bir iz arıyordu. Sonunda bir noktada bulduk, giderken ıskalamışız. Yolun kenarında lastik izi vardı. Her ne olmuşsa burada olmuş, otobüs ani bir fren yapmış ve buradan baraja yuvarlanmıştı. Aşağılara baktığımızda:
"Otobüs suya batıyor abi, koşup kurtaralım." diye bağırdım. Patika yollardan aşağı doğru koşmaya başlamıştık. Beyhude bir koşuydu bizimkisi. Aşağıya barajın kıyısına indiğimizde otobüsten eser kalmamıştı, otobüsü arıyorduk ama bir türlü bulamıyorduk. Sonunda bir noktada bir kafa görür gibi oldum ve oraya doğru yüzmeye başladık. Tekerek, ben ve Ahmet. 50-60 metre ileriye kadar yüzdüğümüzde akıntı o gördüğüm arkadaşı çoktan alıp götürmüştü. Tekerek iyi yüzüyordu, suyun altına dalıp çıkıyordu. Ne otobüsten ne de hiç kimseden bir iz yoktu. Çaresizce çırpınıyor, Özlem diye baraj sularını dövüyordum. Ahmet'i suçluyordum.
"Senin yüzünden geç kalmasak şimdi Özlem'in yanında olurduk." Uzaklardan bir ses duyar gibi oldum, karşı yamaçlarda bir kıpırtı vardı. Belki de otobüs yuvarlanırken bazılarını fırlatmıştı. Hızlıca kıyıya doğru yüzmeye başladık. Yorulmuştuk, nefesimiz kesilmişti ama duracak vakit yoktu. Otobüsün yuvarlandığı noktayı bulduk. Bir arkadaş, barajın tam kenarına düşmüştü, çoktan ölmüştü. Uçuruma doğru tırmanmaya başladık, arkadaşlarımın yüzü tanınmaz haldeydi. Esiner hocayı bulduk, çoktan ölmüştü. Yukarı doğru sağ kalan biri var mı diye son nefes tırmandık. Bir kayanın koytanında takılıp kalmıştı Özlem.
Yanına vardım, bir yandan Tekerek bir yandan ben:
"Ölme Özlem, ölme." diye bağırdık. Özlem, gözlerini açtı, gülümsedi.
"Geleceğinizi biliyordum, geleceğinizi biliyordum." dedi ve bayıldı. Tekerek, Özlem'i sırtına aldı, biz de Ahmet ile destek olduk. Biz çabaladıkça uçurum bize geçit vermiyordu. Nihayet yola çıktık, Özlem'i arabanın arkasına aldık, koltuğa oturup Özlem'in başını dizlerime koydum, gözyaşlarım yüzüne damlıyordu. Elinden sıkıca tutmuştum. Tekerek, arabayı gazlıyor, Ahmet telefon ile bir yerleri arıyordu.
"Özlem dedim, beni duyuyorsan elimi sık." Elimde hafif bir kıpırtı oldu. Yaşıyordu Özlem, yaşıyordu. İçimden dualar okuyordum. Özlemime bir şey olmasın istiyordum. Özlem, beni duyuyordu, elimi sıkıp bırakıyordu. İlçenin girişinde Özlem, elimi bıraktı. Tekerek, hâlâ gazlıyordu. Özlem'in elleri buz gibiydi, dondum kaldım, adeta kaskatı kesildim. Bir şey diyemedim. Tekerek, bir noktada aynadan arkaya baktı:
"Ne oldu Âdem, ne oldu kardeşime?"
Hiçbir şey diyemedim. O benim ilk sevgilimdi. Bugün ne güzel bir gün olacaktı. Ne hayal ediyorduk, ne oldu? Ağzımdan son bir cümle döküldü.
"Keşke ben de o otobüste olsaydım ve oracıkta ölseydim."
***
İşte bu kitabın arasından çıkan fotoğraf beni on yıl öncesine götürdü. Her şey bir filim sahnesi gibi geldi gözümün önüne. Birden ani bir karar aldım, hızlıca bir uçak bileti aldım ve yola çıktım. Uzun bir yolculuktan sonra Torosların o köyden şehre bir türlü geçemeyen ilçesine gittim. On yıl öncesine göre bayağı değişmişti. Değişmeyen tek şey bizim lisenin boyası ile zil sesiydi. Lisenin kapısından girdim, kapıdaki görevli hâlâ Hamza abiydi, önce beni tanımadı, sonra hikayeyi anlatınca tanıdı tabi. Okulu gezdim, sınıflara çıktım. Manasız geldi birden her şey. Hamza Abiye teşekkür edip ayrıldım okuldan. Şimdi sıra en zor ziyaretteydi. Mezarlığa uğradım, geziden bir gün önce geçmiştik buradan. Gideceğim yeri çok iyi biliyordum. En başta Esiner hoca, yanında da 10-A sınıfı sıra sıra yatıyordu. Hepsine fatihalar okudum, en sonda Özlem vardı. Toprağını kokladım. Hasret giderdim. Yarım saat, bir saat başucunda öyle bekledim. Ayrılık vakti gelince mezar taşına bir buse kondurup ayrıldım. Gözlerim adeta kan çanağı olmuştu. Çeşmeye gidip elimi yüzümü yıkadım, şimdi bir zor ziyaret daha kalmıştı. On yıl sonra Tekerek'i ziyaret edecektim. Çarşıya çıktım, ayaklarım geri geri gidiyordu. Lokantanın önüne vardım, içeri girip bir masaya oturdum. İçeride garsonlar çalışıyor, ustalar harıl harıl bir şeyler yapıyordu. Benim içeri girmemle beraber sanki bir komut verilmişçesine arkamdan bir kalabalık girip oturdu masalara. Herkesin önüne yemekler kondu, tatlılar kondu, yiyen çıkıyor, yiyen çıkıyordu. Yalnız bir şey dikkatimi çekti, kimse hesap ödemiyordu.
Benim de önüme yemek kondu, bir anlam veremedim. Karşımda oturan adama baktım:
"Ne oluyor burada?" dedim. Orta yaşlı bir adam:
"Kız kardeşi Özlem'in sene-i devriyesi. Her yıl yemek verir Tekerek. Bak kızın karşı duvarda resmi var." Herkes yemeği yedi, bir imam dua okudu, herkes çıktı gitti. Bir tek ben kalmıştım. Bir kız çocuğu geldi, 9-10 yaşlarında falan. Gözleri masmavi, saçları Özlem'in saçları gibi.
"Yemeği beğenmedin mi abi, beğenmediyseniz babam başka bir şey yapsın."
"Senin adın ne tatlım?" dedim.
"Özlem." dedi.
"Demek Özlem, dedim. Bananı çağır da bir gelsin bakalım." dedim. İçerden mutfaktan çıktı Tekerek. Bana manasızca bakıyordu. On yıl onu epeyce yaşlandırmıştı. Karşıma geldi, beni tanımamıştı. Ayağa kalktım, yanına vardım, gözlerinin içine baktım.
"Beni tanımadın mı abi?" dedim. Tanımamıştı beni.
"Âdem ben." Tekerek, bana sarıldı o ağladı, ben ağladım. Özlem, koşarak geldi, olaya bir mana vermeye çalışıyor. Bir mana veremiyordu.
"Biliyordum bir gün dönüp geleceğini biliyordum." dedi. Gözyaşlarımızı sildik, birer çay getirdi garsonlar.
"Kalmak mı zor gitmek mi zor, öğrendin mi cevabını, hani buralardan giderken bana sormuştun ya."
"Bilmiyorum abi dedim yaşamak mı zor ölmek mi zor. Onlar bir kere öldüler. Biz on yıldır her gün ölüyoruz."
Sahi zor olan neydi, yaşamak mıydı, ölmek miydi, kalmak mıydı, gitmek miydi?
Selametle...
26 Mayıs 2007
Hayatımızın takılı kaldığı gün.
Âdem NCK
Yorumlar
Yorum Gönder